ERHAN AHMET INCI LISESI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


ERHAN AHMET INCI LISESI RESMI WEB SITESI, ERHAN AHMET INCI HIGH SCHOOL OFFICIAL WEB SITE
 
AnasayfaPortalli-yayınGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ANTİK ÇAĞ_1

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
~*~G@mzE~*~
FORUMUN PRENSESİ
FORUMUN PRENSESİ
~*~G@mzE~*~


Kadın
Mesaj Sayısı : 238
ADI SOYADI : Gamze GÖKTAN
OKUL NO : 124
SINIF : 11-TM-A
Kayıt tarihi : 19/09/07

ANTİK ÇAĞ_1 Empty
MesajKonu: ANTİK ÇAĞ_1   ANTİK ÇAĞ_1 Icon_minitimePtsi Mart 10, 2008 3:23 pm

ANTİKÇAĞ

ANTİK ÇAĞ_1 Felsefetarihionsokratikler

ANTİK ÇAĞ_1 Felsefetarihiklasik

ANTİK ÇAĞ_1 Felsefetarihigecantik

Sokrates Öncesi Dönem



“Başlangıçlar” bölümünde , felsefenin başlangıcı konusundaki değişik görüşlere değinildi. Karşı savları göz ardı etmeden, bugünkü anlamıyla felsefi düşüncenin “Batı Anadolu” topraklarında başladığını söyleyebiliriz.



İlkçağ felsefi düşüncesinin M.Ö.VI.yy. ile M.Ö.V.yy.ları kapsayan başlangıç dönemi felsefe tarihçilerince Sokrates öncesi dönem olarak adlandırılıyor.



Bu dönemin ilk büyük düşünürleri, Thales, Anaksimendros ve Anaksimenes Milet kentinde yaşamışlardı. Miletli düşünürler daha çok doğa üzerine akıl yürütmüşler, fiziksel dünyanın görünüşünün arkasında var olduğu varsayılan “ana ilke”(=arkhe) nin neliğini araştırmışlardı.



“Bu dönemin belli başlı düşünürleri, özellikle Thales tarafından geliştirilen “arkhe” tasarımı doğrultusunda, doğada varolan fiziksel nesnelerin varlıklarını dayandırabilecekleri “ilk ilke”yi ya da “ana madde”yi temellendirmeye yönelik bir felsefe çerçevesi içerisinden düşünmüşlerdir. Felsefe tarihine Milet Okulu Filozofları ya da İyonyalı ilk Filozoflar diye geçen bu ilk filozofların, felsefece düşünmenin temellerini atmaları bağlamında gerçekleştirdikleri en büyük başarı, doğadaki görüngülerin gerçekliğini söylenbilgisel(mitolojik) öykülere yer etmiş usdışı izleklere başvurmadan, tanrıbilimsel yaklaşımların gerçek dışı açıklama öğelerine gitmeden, salt “bilimsel” açıklamalarla sorgulamaya çalışmak gibi oldukça keskin bir adımı atabilmiş olmalarıdır. Nitekim bu bağlamda “maddenin ya da maddenin tözselliğinin sürekliliği”, “dünyanın doğal evrimi”, “niteliğin niteliğe indirgenmesi” gibi önemli konularda yarı felsefi yarı bilimsel ilkeler bulgulayıp bunların doğruluklarını kendi içinde tadı uslamlamalarla tanıtlamayı başarmışlardır.” (Felsefe Sözlüğü)



“Ancak, şu ya da bu olduğu tasarlanan bu ana kaynaktan sayısız varlıklar nasıl oluşmuşlar? Bu “oluş” sorunu başlangıçta henüz ortada yok. Çünkü ilk filozoflar ana varlığı canlı sayıyorlar, canlı da kendinden ürer, dolayısıyla oluş var. Bu sorunun ilk çözüm denemeleri Anaksimenes’te: Ona göre, tek tek nesneler, havanın sıkışması ve gevşemesinden oluşurlar. Sorunu asıl ortaya koyup vurgulayan Heraklit’tir. Ona göre doğa da, ana-varlık olan Ateş gibi, boyuna bir değişme, bir oluş içindedir. Doğadaki tek tek nesneler, evrenin yasası olan Logos’un birbiriyle savaşan karşıtları bir uyuma vardırmasından oluşurlar.”(Macit Gökberk)



Ele aldığımız dönemin diğer önemli düşünme çevresi Güney İtalya’da Elea bölgesinde oluştu. Elea Okulu olarak adlandırılan bu çevrenin önde gelen isimleri, Ksenephones, Parmenides, Elealı Zenon, Melissos olmuştur.



Elea düşünürlerinin de temel sorunu “evrenin dayanağı” idi. Onlar çoktanrılı inançların aksine “bircilik” doğrultusunda çözümlemelere girişmişlerdir.



Sokrates önceki dönemde, dinsel ve gizemci yanı ağır basan Pythogorasçılık da etkili olmuş bir düşünce hareketidir.



Varolan şeyler üzerine daha çokçu düşünen isimler de vardır. Bunlar, Miletlilerin tek töz anlayışından farklı olarak, çoklu töz modelleri ile evrenin yapısını açıklamaya girişmişlerdir. Empodekles ve Anaksagoras bu doğrultuda düşünen iki isim olarak günümüze ulaşmıştır.



Demokritos ve Leukippos tarafından temellendirilmeye çalışılan atomculuk öğretisi de bu ilk dönemde anılmaya değer önemli bir düşünce akımıdır.



Dönemin ikinci ana evresini “Sofist Öğreti” oluşturmaktadır. Protogoras, Gorgias ve Hippias bu akımın öne çıkan isimleridir.



“Eski Yunan Felsefesi’nin uslanmaz haşarı çocukları diye nitelenen sofistler bütünlüklü bir düşünce dizgesi ortaya koymamış olmalarına karşın, özellikle belli yaşam sorunları ile durumları karşısında takındıkları tutumlar ya da gösterdikleri yaklaşımlarla yalnızca ilkçağ felsefesine değil bütün bir felsefe tarihine damgalarını vurmuşlardır. Sofistler, bir yerden bir yere yolculuk ederek yaşayan gezgin bilgeler olarak, konakladıkları yerleşim bölgelerindeki varlıklı insanların çocuklarına verdikleri dersler karşılığı aldıkları parayla geçimlerini sağlamışlardır. M. Ö. V. yüzyılın sonlarında çok büyük ölçüde tarıma dayalı monarşilerden ticaretle uğraşan topluluklara dönüşen Yunan kent devletlerinin gelişiminde son derece büyük bir rol oynayan sofistler, başta retorik olmak üzere pek çok alanda dönemin filozoflarından hem daha profesyonel hem daha donanımlı hem de daha etkileyici auara’larıyla dikkat çekmektedirler. Yunan endüstrisi ile ticaretinin patlama derecesinde büyük bir gelişme gösterişine bağlı olarak ortaya çıkan yeni zenginler ile ekonomik bakımdan güçlenen tacirler, aristokratik eğitimden yoksun olmaları gerçeğine karşın siyasal etki talebinde bulunmaya başlamışlardır. Söz konusu bu yeni toplumsal katmanın üyeleri, cahilleri aratmayacak denli eğitimsiz olduklarının ayırdına varmalarıyla birlikte, özellikle siyasal konularda kendilerini geliştirmek isteğiyle kamuya açık konuşma, geçerli, yani ikna edici uslamlama ve genel kültür alanlarında ücretini ödemek koşuluyla sofistlerden dersler almışlardır. Bu yüzden aralarında Yunan düşüncesine son derece büyük katkılarda bulunmuş usta bilgeler olmasına karşın, sofist” deyişi çok geçmeden halkavcısı” (demagog), yanıltmacı”, “safsatacı” gibi niteleçlerle birlikte anılan kötücül bir terim kimliğine bürünmüş, “sofistlik” sözcüğü de buna bağlı olarak, Batı dillerinde günümüze kadar gelen olumsuz anlamını yüklenerek ahlâksal bakımdan yapılan yanlışlıkları imler olmuştur.” (Felsefe Sözlüğü)



Sokrates öncesi düşünce akımlarını genel olarak özetlediğimiz bu metinde, tek tek düşünürlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Tablolarda yer alan büyüteçlerden düşünürlere ulaşılabilir. Düşünürlerin kısa bilgilerinin verildiği sayfalardan, forumdaki daha geniş açıklamalara da geçilebilir.

Klasik Dönem


Sokrates’i, kendinden öncekilerle ayıran neydi?



Sokrates, toplumsal değişimin gereği olarak, düşünceyi başka bir alana yoğunlaştırdı: “Değerler Alanı”



Sokrates’in önemi, sağlam kişiliği ile tutarlı olan ahlâksal görüşleri nedeniyle kendinden sonra gelen düşünürlere de örnek olmasından kaynaklanmaktadır.



“Sokrates’in bütün yaşamı boyunca iyi yaşamın doğasına duyduğu derin ve kesintisiz ilgi, ilkçağ felsefesinin insan bilgisi ile ussallığı üzerine genel bakışının biçimlenişinde son derece etkili olmuştur. Sofistlerin “yıkıcı” kuşkuculuğunun tam tersine Sokrates’in hep “yapıcı” bir kuşkuculuk anlayışıyla felsefe yapması da kendinden sonraki felsefe yöntemlerinin gözardı edemeyecekleri bir esin kaynağı olmuştur. Nitekim Aristoteles, etik düşüncelerini ortaya koyarken gerek Sokrates’in kişiliğinden gerekse savunduğu görüşlerden geniş oranda etkilenerek “erdem etiği” diye adlandırılan önemli felsefe yaklaşımını geliştirmiştir. İlkçağ felsefesinde yapılan ahlâk felsefesinin en belirgin özelliği, sunulan etik çözümlemelerin her durumda gerçek yaşam sorunlarına uygulanarak değerlerinin sınanmasında kendisini göstermektedir. Bu anlamda ilkçağ filozofları her türden kuramsal ilgilerini sürekli pratik konularla ilişkilendirmeye ayrı bir özen göstermiş olmaları bakımından bütünüyle Sokratesçi felsefe ruhunun etkisi altındadırlar.



Sokrates’in öğrencisi büyük Yunan filozofu Platon, Atina’da Akademia adlı felsefe okulunu kurduğu gibi, gerek düşünsel gerekse yazınsal bakımdan klasikler arasında gösterilen Dialoglar’ı kaleme almıştır. Platon, hocası Sokrates’ten aldığı esinlerin de yardımıyla, tartışmaya açık olmayan yetkin bir dizgesel yapı sergilemiyor olmasına karşın etik, siyaset, fizik, metafizik, bilgikuramı, estetik ve ruhbilim gibi değişik bilgi alanlarının bir arada bulunduğu, etkileri günümüze dek uzanan bütünlüklü bir felsefe anlayışı geliştirmiştir. Onun, özellikle hocasının ağzından yazdığı “önceki dönem” diyaloglarının Sokratesçi felsefenin temel içgörülerinin açımlanarak sürdürümü olmaktan öteye geçemediği görülmektedir. Tıpkı Sokrates gibi ereği en yüksek bilgi dalı olarak düşünen Platon, erdemin düşünsel temelleri üstüne özel vurgularda bulunarak, son çözümlemede erdem ile bilgeliği özdeş olarak değerlendirmiştir. Ayrıca doğa felsefesi, siyaset felsefesi, bilgikuramı, metafizik, tanrıbilim gibi belli başlı felsefe alanlarını araştırmış, bu soru(n)lar bağlamında bütün bir Batı Felsefesi geleneğine gözardı edilemeyecek değerde birtakım yarar tohumları ile düşünsel öğeler ekmiştir.



Akademia’nın en parlak öğrencisi Aristoteles, okulda ilk eğitimini almasının hemen ardından salt bir izleyici olarak Platoncu çizgiden yürümek yerine, Akademia’ya seçenek olarak kurduğu Lykeion’da kendi felsefe dizgesini kurmaya koyulmuştur. Aristoteles’in son derece yetkin bir dizgelilik niteliği sergileyen düşünceleri, kendi döneminde Lykeion’un en önemli eğitim kurumu olarak görülmesine yol açmakla kalmamış; pekçok bilgi dalının temellerini de atmış olmasıyla, yalnızca Ban Felsefesi’ne değil, Batı kaynaklı bütün bilim dallarına silinmesi olanaklı olmayan izlet bırakmıştır.



Aristoteles’in oldukça teknik içerikleriyle dikkat çeken, daha çok araştırma amacı güden —son hallerine getirilmemiş— okul yazılarının, “çoğalmak” üzere yazıya alınmadıkları önemli bir özellik olarak daha ilk bakışta kendisini açıklıkla belli etmektedir. Nitekim okulun içinde kullanılmak üzere yazılmış bu bilimsel yazıların, kendilerine kolaylıkla herkes tarafından ulaşılamıyor olmasına bağlı olarak, M.Ö. 1. yüzyıla gelinene dek derinlemesine incelenip tartışılmadıkları sanılmaktadır. Hayvanbilim içerikli yazılar dışanda tutulmak koşuluyla, Aristoteles hemen bütün felsefe yazılarında Platon tarafından temelleri atılan pek çok araştırma konusunu tek tek en ince ayrıntısına varana dek çözümlediği gibi, başta mantık ile bilim dalları olmak üzere felsefe için yeni araştırma alanları da açmıştır. Bu yazıların her biri tıpkı Platon’ un yapıtları gibi Batı Felsefesi’nin en önde gelen klasikleri arasında yer almaktadır. (Felsefe Sözlüğü

Geç Antik Dönem


Aristoteles’in ölümünden sonraki Antik felsefenin ilkçağ bitimine kadar olan gelişmesi Hellenizm — Roma Felsefesi adı altında toplanır. (Dönem bir çok değişik adlandırmayla anılmaktadır. Bu döneme “Felsefe Okulları Dönemi” de denmektedir. Biz “Geç Antik Dönem”i kullandık. Okuduğunuz metinde Macit Gökberk Helenizm-Roma Felsefesi olarak adlandırmıştır. Felsefe Ekibi) Çünkü bu felsefe bir yandan Hellenistik çağın bir ürünüdür; öbür yandan da bir bölümü Roma döneminde oluşmuş ve Romalı düşünürlerce işlenmiştir.



Kültür tarihinin bir olayı olarak Helenizm, Büyük İskender’in seferleriyle Yunan kültürünün Akdeniz çevresine ve gerilerine yayılarak, buralardaki doğulu (Mısır, Mezopotamya, İran, Anadolu v.d.) düşüncelerle karşılaşıp bunlarla kaynaşması demektir. Helenizm: Yunan kültürünün değerleriyle Akdeniz çevresindeki Yunanlı olmayan kültür değerlerinin bir bileşimidir. Böyle bir bileşim bağlamında doğup gelişen Hellenistik felsefenin başlıca özellikleri şunlardır:



1. Bu dönemde tek tek bilimler artık felsefeden ayrılmaya başlarlar. Oysa Aristoteles’e kadar felsefe ile bilimler bir birlik içinde toplanmışlardı; “felsefe” kavramı hem felsefeyi hem de bilimi kapsıyordu.



2. Hellenistik felsefe ana tutumunda bir ahlâk felsefesidir. Yanıtını aradığı başlıca soru da: “Ne biçim bir yaşayışın insanı mutlu yapabildiği”dir.



3. Aranan yaşayışı da bilge kişi gözle görülür gibi gerçekleştirir diye düşünülür. Onun için bilge ideali bu dönemin ulaşmak istediği başlıca bir erektir.



4. Bu dönemin felsefesi aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmak istemiştir. Ancak, İlkçağ sonlarında ortalığı kaplayan bir din gereksinmesi yüzünden felsefe de dinle karışmak, dinle iç içe olmak durumuna girmiştir. Bu da felsefenin başlangıç tutumu ile çelişik bir durum; çünkü felsefe dinden ayrılmakla başlamıştı. İşte, sonunda dinsel bir nitelik kazanması, Hellenizm - Roma felsefesinin bir başka özelliğidir.



Hellenizm - Roma felsefesi, gelişmesinde ele aldığı sorunların ağırlık merkezine göre, 1. Ahlâksal dönem ve 2. Dinsel dönem diye iki evreye ayrılır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
~*~G@mzE~*~
FORUMUN PRENSESİ
FORUMUN PRENSESİ
~*~G@mzE~*~


Kadın
Mesaj Sayısı : 238
ADI SOYADI : Gamze GÖKTAN
OKUL NO : 124
SINIF : 11-TM-A
Kayıt tarihi : 19/09/07

ANTİK ÇAĞ_1 Empty
MesajKonu: Geri: ANTİK ÇAĞ_1   ANTİK ÇAĞ_1 Icon_minitimePtsi Mart 10, 2008 3:24 pm

Ahlâksal dönem



Başlıca ahlâk sorunları üzerinde durulan ilk dönemin üç büyük çığırı var: Kuşkuculuk, Epikurosçuluk ve Stoa. Üçü için de felsefe, “mutluluğa götüren yolun ne olduğu” sorusunu araştırmaktır. Bu araştırmaların üçü de Yunan felsefesinin çeşitli çığırlarına dayanırlar. Ancak, bütün ayrılıklarına karşın, üçü de aynı sonuçta birleşirler: Mutluluk bilgenin ulaştığı, yaşayışında gerçekleştirdiği o gönül dinginliğidir.



Kuşkuculuk, daha çok bir düşünce tutumu olarak Antik çağın sonuna kadar sürecektir. Kendisinin bir okul örgütü olmamış, ama bütün felsefe okulları üzerinde zaman zaman az ya da çok etkisi olmuştur.



Çığırın kurucusu Pirrhon’un (365 -275) başlıca bilmek istediği: “bilgide mutluluğa ulaştıracak bir gücün olup olmadığı” sorusudur ve ona göre bilgide bu güç yoktur; dolayısıyla yapılacak şey yargıdan kaçınmaktır, bilgiden vazgeçmektir,yargısızlıktır (epokhe). Ama kuşkucu felsefe bizi kuruntulardan, hiç bir gerçeğe dayanamayan korkulardan kurtarmakla yine de mutluluğu sağlayabilir - bunu yalnız kuşkucu felsefeden bekleyebiliriz.



Pirrhon’un bir öğrencisi olan Timon kuşkucu felsefeyi şu üç kavramda özetler: “Kavranamazlık”, “yargısızlık”, “gönül dirliği”. Bunların demek istediği: Kavranamaz olan konularda yargıdan kaçınmalıyız, bunu yaparsak ruh dinginliğine, dolayısıyla mutluluğa ulaşırız. Burada “yargısızlığı” özellikle davranışlar bakımından anlamak gerek. Yani nesnelerin değeri için kesin bir şey dememek; böylece nesneler karşısında her türlü istek ve duygudan kaçınmak. Kuşkucu felsefenin dayanağı Sofistlerdi.



Hellenizm - Roma felsefesinin başlıca çığırlarından biri olan Epikurosçuluk da —epiküreizm— ana - tutumu bakımından bir ahlâk felsefesidir. Bu öğretiye göre felsefe, “mutluluğa” bu en yüksek değere ulaştıracak yolların aranmasıdır. Bundan dolayı bilgi ve metafizikle ilgili sorunlar, bu kuramsal sorunlar ancak ahlâka bir “giriş” olabilirler.



Okulun kurucusu Epikuros’a (341 - 278) göre, felsefe insanı mutlu yapabilmek için onu her şeyden önce temelsiz korkulardan kurtarmalıdır. Bunu da ancak “doğaya dayanan” -fiziksel— bir dünya görüşü sağlayabilir. Bu doğal dünya görüşünü de Epikuros Demokritos’un atomculuğunda bulmuştur. Ona göre de asıl gerçek, maddi nitelikte olan atomlardır Yalnız, Epikuros bu doğa tasarımı içine Aristoteles’in “rastlantı” kavramını sokmakla, Demokritos’un doğa anlayışındaki sıkı belirlenimciliği bozmuştur.



Demokritos’a dayanarak geliştirdiği özdekçi, doğalcı bir varlık anlayışı içinde Epiküros çeşitli konuları şöyle değerlendirir.



1. Zorunlu yasalara göre işleyen bir mekanizma olan doğaya Tanrılar karışmazlar. Karışmaları “salt - mutlulukları”nı bozardı.



2. Ruh maddi. yapılı bir bileşimdir; ölümle bu bileşim dağılır. Bundan dolayı mutluluğumuza en büyük engellerinden biri olan “ölüm korkusu”nun yeri ve anlamı yoktur.



3. İstenç özgürlüğü vardır; insan gerektiğinde nedensiz olarak da seçebilir.



4. Felsefesinin asıl gözönünde bulundurduğu ahlâk öğretisinde Epikuros, Aristippos’un Kirene Okuluna dayanır; dolayısıyla “hazcı”dır —hedonist—. Ona göre de hazza —hem de esas olan duyusal hazza— ulaşmak her canlı için en doğal bir amaçtır.



Elde edilmek istenen hep “vücudun bir andaki acısızlığıdır”. Bunun için de gereksinimleri kısmayı bilmek gerektir. Yaşam ancak ölçülü, hesaplı bir biçimde, akıllıca tadılırsa —erek olan o . yüksek değere— “şen bir gönül esenliğine” ulaşılabilir.



5. Erdemler de bu mutluluk durumunun gerçekleşmesine yaradıkları ölçüde değerlidirler.. Bu bakımdan en yararlısı “bilgelik” olduğu için, “en yüksek iyi”dir.



6. Toplum felsefesi de Epikuros’un hazcılığına dayanır; Amaç tek kişinin mutluluğu olduğuna göre, toplum bunun için. kurulmuş, buna göre de düzenlenmiş olmalıdır. —Epikuros’un bu düşüncesi, toplumun sonradan bir sözleşme ile kurulduğu savının kaynaklarından biridir—.



Toplum felsefesinde bireyci olan Epikuros, bilge kişilere toplumsal ilişkilerden ancak dostluğu, bu tek tek kişiler arasındaki ilgiyi öğütler. Bu anlayışta bilge sosyal - politik yaşamdan uzak duracaktır; yoksa mutluluğu gölgelenir- tıpkı dünyanın işine karışmayan, bu yüzden salt mutluluk içinde bulunan Tanrılar gibi.



Hellenizm - Roma felsefesinin en önemli, en yaygın çığırı Stoa’dır. Çığırın kurucusu Kıbrıslı Zenon (336 - 264) öğretisi ne çıkış noktası olarak Kiniklerin felsefesini alır, ancak bu felsefede köklü değişiklikler de yapar.



Zenon için de felsefenin baş konusu ahlâktır. Öteki konulardaki, bilgi ve varlık konularındaki çalışmalar, ancak ahlâk üzerindeki araştırmaları desteklemeye yararlar.



Bilgi anlayışında Zenon duyumcudur. Bilgi dediğimiz, duyumlardan oluşan tasarımlardır. Tasarımlar arasında da üzerimizde nesneyi . Olduğu gibi yansıtıyor izlenimini bırakan güçlü tasarımlar —kataleptik— doğru olanlarıdır. Ancak, bilginin böylesi de, bilgenin o hiç sarsılmayan gerçek bilgisi değildir, bununla. “sanı” arasında bir şeydir.



Varlık —metafizik— anlayışında Zenon materyalist bir tekçilik geliştirmiştir. Ana - varlık (arkhe) tektir ve maddi niteliktedir; devindiren yönü ile evrene düzen kazandıran ussal ilkedir. “Doğa “ ya da “Tanrı” da denebilecek olan ana - varlığın özü ateş’tir. Evren bu ana - ateş’in dönümlü olarak yanmasından oluşmuştur ve böyle oluşup gidecektir. Ana - ateş bütün varlıklarda bir” soluk” olarak bulunur. Ama her varlık çeşidinde başka başka kılıklara bürünmüş olarak görünür: İnsan da us, hayvanda can, bitkide yetişme, cisimde güç olarak. Bu temel-varlığın —Tanrının— bütün varolanlarda bulunduğu, kendini gösterdiği anlayışı —panteizm— Stoa felsefesinin başlıca bir özelliğidir.



Zenon’un bilgi ve varlık konusunda geliştirdiği bu düşünceler, hep ahlâka, felsefenin bu temel bilgi koluna bir hazırlık gibidir. Zenon için ahlâklı olmak, erdem, usa, doğaya uygunluktur. Bunu da en iyi Sokrat ile Kinikler Okulunun kurucusu Antisthenes gerçek kılmışlardır, somut bir hale getirmişlerdir. Ussal bir yapısı ve gidişi olan ‘ doğanın yasasına uymak” Stoa ahlâkının temel ilkesidir Bu “uyma” da bilge için bir ödev dolayısıyla bilgede kötülük bulunamaz. Çünkü kötülük, ruhun birliğinin güçlü bir duygu ile sarsılıp bozulmasıdır. Oysa bilge kişi duygusuzluğa, tutkulardan arınmışlığa, bu mutluluk durumuna ulaşmış olan kimsedir. Gönül dirliği içinde bulunur bilge, çünkü nesneleri yanlış değerlendirmeden ileri gelen tutkulardan kendini kurtarmıştır.



Gerçi Stoalılar “mutlu olmak için erdem tek başına yetişir” derler; ama çıkış noktaları olan Kinikler gibi uygarlık değerlerini, ergilerini büsbütün yadsımaya da kalkmamışlardır. Yaşamak, sağlık, hali vakti yerinde olmak v.b, doğal olarak istenen şeyler de var. Bunlara büsbütün ilgisiz kalmamalı, ama gerektiğinde bunlardan da vazgeçmeyi bilmelidir diye düşünürler.



Eylemin sonucuna değil, eylemin kendisinden kaynaklandığı düşünüşe değer vermekle; doğaya —akla— göre yaşamayı bir ödev saymakla Stoa, sert, sıkıdüzenli, yoksunluklara katlanmayı göze alan çileci bir ahlak öğütlemektir.



Hep “kendine yeten bilge”yi gözönünde bulundurduğundan, bunu son erek bildiğinden, Stoa ahlâkı bireycidir. Zenon’a göre “toplum halinde yaşamak doğal gereksinimini” bilge kişi “dostluk” ve “insanlık” çerçevelerinde gidermelidir. Dünya yurttaşlığı .—kozmopolitlik- yüksek ahlâk bir idealdir Stoa için.



Aristoteles’ten sonra yeni felsefe çığırlarının kurulup yerleşmesinin ardından en ilginç gelişme, kuşkuculuğun, Platon’un kurmuş olduğu ve kendisinden sonra da varlığını sürdüren Akademyayı etkisi altına almış olmasıdır. Akademya’ya kuşkuculuğu getiren de, Antik Çağın sonuna kadar yaşayacak olan bu ünlü felsefe okuluna bir aralık başkanlık eden Arkesilaos (315 -241) idi. O zamana dek Platon’un “ideasını bilince nesneyi kesinlikle kavramış oluruz” diyen dogmatizmini yaşatmış olan Akademya’da şimdi Arkesilaos, Sokrat’ın yönteminin kuşkuculuktan başka bir şey olmadığını ileri sürmüş, dolayısıyla hiç bir şey için kesinlikle bir şey söylenemez demiştir.



Arkesilaos ve onunla birlikte Akademya’ya kuşkucu bir yön verenlerin başında yer alanlardan Karneades (214 - 129) doğmacılığa, bu arada özellikle Stoa’nın dogmacılığına eleştirileriyle karşı çıkmışlardır. Bu eleştirilerden başlıcaları şöyle: Stoa’nın kurucusu Zenon’un doğru bilginin ölçütü saydığı etkili, güçlü —kataleptik_ tasarımların “varolan” bir şey ile ilgili olup olmadıklarını bilemeyiz, böylesine tasarımlar düşlerde de, kuruntularda vb. de var diyor Arkesilaos. Karneades için de.



Karneades: Bu düşünce aklın alacağı şey değil. Kâhinliğin ne duyu, ne de düşünmenin konularında yeri var.



Stoa: Astrolojiye, yıldızların durumlarının insan yazgısını etkilediğine inanır.



Karneades: Aynı bir yıldız altında doğmuş olanların ayni yazgıda, yazgısı aynı olanların da aynı yıldız altında doğmuş olmaları gerekir. Oysa gerçek hiç de -böyle değil.



Karneades, Stoalılar gibi yazgıya değil de, istenç özgürlüğüne inanır. Karneades’in bu eleştirileri, bir yandan doğmacılığın katılığını yumuşatmış, öbür yandan da kuşkuculara, olası nitelikte de olsa yargılar sağlamıştır. Böylece de karşıt görüşlerin yaklaşmaları yolu açılmıştır.



Milâttan önceki II. ve I. yüzyıllardaki felsefenin özelliği gerçekten, bir yakınlaşma, bir seçmecilik olmasıdır.



Bu eğilim kendini en çok Stoa’da göstermiştir. Platon ve Aristoteles’in birçok düşüncelerini benimseyen bu döneme “Orta Stoa” denir. Yine bu eğilim doğrultusundaki gelişmesinde Akademya’daki kuşkuculuk tam bir dogmacılığa dönüşmüş, buna yol açan Antiokhos “kuşkuculukta Sokrat ile Platon’a dayanmayı istemek bir demogojiden başka bir şey değildir. Olasılık çok sallantılı, çok güvensiz bir şeydir; onun için hiç bir şeye dayanak olamaz” demiştir. Kuşkucu Antiokhos sonunda dogmacılığa varmakla ilk Akademya’nın dogmacı geleneğini yeniden kurmuş oluyordu. Öğretilerin yine ilk biçimine dönmek, seçmeciliğin getirdiği öğelerden arındırarak öğretinin özgün kadrosunu elde etmek eğilimi, bundan sonraki gelişmede, yalnız kuşkucuları değil, öteki felsefe çığırlarını da içine alan bir özellik olacaktır. Nitekim Roma - Stoasını oluşturan bu eğilimdir, bu tutumdur.



Roma Felsefesinin özgün denebilecek yanı öyle büyük değil. Romalılar daha çok pratik alanda —örgütlenme, devlet kurmak, savaş tekniği geliştirmek, hukuk sistemi düzenlemek gibi— başarı göstermişler; ama felsefede pek yaratıcı olamamışlar, Yunanlıların öğrencisi olmaktan pek ileri gidememişlerdir.



Hellenistik felsefenin üç büyük çığırından Epikurosçuluk Roma’da özellikle yukarı sınıflarca benimsenmiştir. Bu çığırı Roma’da yayıp yerleştiren filozof - şair Lucretius Carus’tur (96-55)



En çok tutulanı da Roma’da Stoa olmuştur. Stoa’nın aşırı sert ahlâk öğretisi, sıkıdüzen ve ödeve büyük değer veren eski Roma karakterine çok uygun düşüyordu.



Romalı düşünürler arasında en tipik olanı Marcus Tullius Cicero (105-43) dur. Devlet adamı, büyük hatip, Latincenin büyük ustalarından olan Cicero bilgi anlayışında kuşkucu ama öğretisinin bütününde daha çok seçmeci. Yunan felsefesinin çığırlarını çok iyi bilir. Bunları yurttaşlarına tanıtmayı kendisine ödev edinmiştir. Bu bağlamda Latince felsefe terimlerini yaratmıştır. Kurucu öğelerinde pek özgün olmayan, ama yine de özelliği olan, her şeyden önce de Roma! olan bir dünya ve yaşam görüşü oluşturmuştur. Düşüncelerinden birkaç örnek: İnsanın kendisini ve doğayı bilmesi, erdeme götüren yoldur (Stoa anlayışı). Ancak, insan bu dünyada bilmek için değil eylemek için bulunmaktadır. (Romalı, devlet adamı, yaşama yakın). İşte felsefe de bu bakımdan başlı başına bir erek değil, bir araçtır. Felsefe, karakteri çelikleştirmenin yoludur (Stoa - Romalı anlayışı).



Cicero ancak bir yönüyle Stoa’ya bağlıydı. Ama Stoa Roma’da başlıbaşına bir çığır da, hem de Hellenistik felsefelerden en çok yaygınlık kazananı da olmuştur. Roma’da gelişen Stoa’ya “Roma Stoası” ya da “Son Stoa” denir. özelliği, Orta Stoa’daki şeçmeciliğe bir tepki olarak ortaya çıkmasıdır. Başlıca üç temsilcisi Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius’tur. Her üçünün de birleştikleri yön, ahlâkı felsefenin ağırlık merkezi yapmalarıdır (İlk Stoa’da olduğu gibi). Üçünün de üzerinde durdukları başlıca sorun: İnsanın kendisini bağımsız bir kişi olarak yetiştirmesidir. Uzun zaman imparator Neron’un çevresinde bulunan, bir sanatçı olan Seneca (M.Ö. 3 — M.S. 65) Roma’nın yüksek. tabakalarındaki yozlaşmayı yakından görüp üzüldüğünden, felsefesi ile hep ahlâk bakımından bir etkide bulunmayı gözönünde tutar.



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ANTİK ÇAĞ_1
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ERHAN AHMET INCI LISESI :: FELSEFE DERSİ ÖZEL BÖLÜMÜ-
Buraya geçin: